14 Kasım 2010 Pazar

Kral, melek ve gökyüzü...

...ve Kral konuşmasına devam etti. 'İşte böyle sevgili dostlarım. Ve bir gün hepimiz, mutluluğun katışıksız, aşk dolu kucağına düşeceğiz. Tanrı'nın eli, bir annenin eli gibi üzerimizdedir her an. Ulaşacağımız şey, saf farkındalık ve tertemiz bir bilinç. Melekler gelip bizi gökyüzüne yükseltecek... O ana kadar, sadece bekleyeceğiz. Bu ne büyük bir lütuf! Değil mi?'

 Kralın söylediklerine inanıyordum. Dediklerinden hiç bir şey anlamasam da, gerçekten ne dediğini biliyor gibiydi. Ne dediğini bilen adamlar konuştuğu zaman, onlara katılmamak imkansızdır. En azından benim için böyledir. Öyle emin, öyle kararlı konuşurlar ki, bir hayalet olduğunu iddia etse bile, ona inanmak zorunda kalırım. Ben hiç bir zaman bu kadar kararlı konuşamadığım için, bu dik duran ve gür sesli adamlara her zaman güvenmişimdir. Ama bir kraldan çok, bir şaklabana benziyordu bu adam. Kafasının üzerinde, beş kollu ve her kolun ucunda bir pon pon bulunan rengarenk bir şapka taşıyordu. Bol ve renkli kıyafetleri de onun bir şaklaban olduğunu doğruluyordu.Şaklabanlara özgü bir havası vardı. Bakışları bile 'Ben bir şaklabanım!' diye bağırıyordu sanki. Halbuki çevredeki insanların ona çok güvendiği ve saygı duyduğu açıkça belli oluyordu. Bu yüzden bir kral ya da şaklaban olması benim için hiç bir şey değiştiremezdi. İster kral, ister şaklaban olsun, bizi ikna etmeyi başarıyordu işte. Çılgın kalabalık tezahürat ediyor, birbirlerini itip kakıyor, şaklabanın dediklerine büyük bir coşkuyla katılıyorlardı. Her ne kadar konuşmayı sonuna kadar dinlemek istesem de, kalabalık beni ürkütmüştü. Ezilebilir, o çılgın insanların ayaklarının altında kalabilirdim. Dehşete kapılmıştım. İnsanlar tarafından ezilmeyi sevmem, hele o kokuşmuş ayakları kafama basmaz mı, deli olurum. Bu gerçekten çok nefret ettiğim, haz etmediğim bir şeydir. Bu yüzden kitabımın kapağını kapayıp, büyük koltuğumda, arkama yaslandım. Yanımda duran altın, küçük, melek heykelini elime aldım. Ne kadar parlak, ne kadar güzeldi. Belki de kralın bahsettiği melekler gibi, bu küçük melek de beni gökyüzüne yükseltecekti. Sahi, buraya nereden geldiğini bile bilmiyordum, öyleyse bu, tanrının benim için gönderdiği bir melek olmalıydı. Kesinlikle bu oydu.Yapmam gerekense, sadece beklemekti. Konuşmanın sonunu merak ederek, bekledim, bekledim, bekledim... Bir ara geri dönmeyi düşündüysem de, kalabalık ve kokuşmuş ayaklar, fikrimin hemen değişmesini sağladı. Hiç bir kıpırdanma yoktu, melek öylece duruyor, yüzüme bakıyor, gülümsüyordu. 'O gün bugün değilmiş' diye düşündüm. Belki başka bir gün, sadece beklemem gerekiyor. Sabretmem ve beklemem. Ama ya kral, ben orada değilken, beklerken neler yapmamız gerektiğini, yükselmemizi hızlandırmak için yapılacak şeyleri anlattıysa ve kalabalık şimdi gökyüzündeyse? İşte yine korkaklığıma yenildim ve bir bulut gibi süzülme şansımı kaybettim. İçimdeki isyan öyle büyümüştü ki, karşımda duran fırın bile sakinleşmemi sağlayamamıştı o an. Bağırıp ağlamaya, kendime lanetler yağdırmaya başlamıştım ki, birden melek kanatlarını şöyle bir salladı. Bu Tanrı'dan bir işaret olmalıydı. Evet. Bu kesinlikle bir işaretti. Gözlerimi kapadım, derin bir nefes aldım ve küçük meleğimin eşliğinde gökyüzüne yükselmeye başladım...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder